15 Ağustos 2010 Pazar

ŞAHİNLER HOLDİNGTEN SIFIR NOKTASINA


1986 yılında tekstile girdim. Elimde çanta, edirneden antep'e kadar blue-jean satmayla başladım bu işe..Pazarlama birikimimin yeterli olduğuna kanaat getirince üretimi merak etmeye başladım ve o dönemin en büyük ihracatçılarından biri olan Rubi-Bersan-alpan'da Planlama müdürü olarak işe başladım. Olayı çözmüştüm..Satıştan imalata mesele kafamda oluşmuştu. Memur çocuğu olduğum için kendi işimi kurmak hiç aklıma gelmemişti. Ancak çok sevdiğim (hala) patronum, beni planlama müdürlüğünden işletme müdürlüğüne getireceğine (ki iktisadi bilimler fakültesi mezunuyum), dışarıdan birini getirip, beni olduğum yerde bırakıverince.....kendi işimi kurmak zorunda kaldım..1993 yılından bahsediyorum. Trendleri biliyordum, patronum adına modayı takip ediyor, bir alman katalog firmasının renk ve desen anlayışı nedirden, mağaza zincirlerinde orta yaş üstü bayan desenleri nedire kadar biliyordum. Bunu büyük bir zevkle patronum adına yapıyordum ama, önce o ateş etti ve ayrıldım...allahın unuttuğu bir yerde dükkan tuttum. Serinyaylada idi. Mahalle aradsında biryer. Ne farkeder ki, gelecek sene almanların ne giyeceğini biliyordum zaten..Hakikaten de öyle oldu. Kısa zamanda nakit sermayesiz ama bilgi, görgü, sezgi ve algılarımla inanılmaz yollar (kendi çapımmda) katettim. Kendimde inanamıyordum. O dönemin en popüler kumaşçıları bile, benim kumaşlarımı "korsanlıyor"du, ilk zamanlar buna çok sevindim...Salaklık işte..Ben on bin metre satıyordum, onlar sermaye güçleri ve geniş kadrolarıyla yüzbinlerce metre satıyorlardı benim kumaşlarımı..Ama bu sayede kendimi check etmiştim. Doğru yoldaydım.
Benim sermayem yoktu ama sofistike fikirlerim vardı, trend algılarım güçlüydü. Hiç mütevazi davranmadım, itkib den türkiyenin en büyük ihracatçılarının isimlerini aldım ve onları hedefledim..Öyle ya iki çıpılak bir hamama yakışırdı, onlarda sermaye bende ise fikir vardı. Netekim, netekim (12 eylül aklıma geldi bir an)...Hepsinin tedarikçisi oldum. Kalitesiz, algısız, eleştirmeyen, yalaka "memur"lar çalıştırdıklarından, bu memurlar da salla başını al maaşını zihniyetinde olduklarınhdan, ortam benim için boştu, rakibim yoktu yani...
Maaşlı çalışan memur çocuğuna göre iyi paralar kazandım, ama tabiki mal sattıklarım, mallarımı korsanlayanlar benden çok kazandı..
Hedef müşterilerimden biri şahinler holdingti..Yıllarca servis verdim onlara...Bilkont Kumaş bölümleri olmasına rağmen, adamlar altarında şirket arabası fink atıp, aybaşını dörtgözle beklediklerinden garibim kemal şahin benden mal almak zorunda kalıyordu. Ha kendi kumaş firmaları mı, onlar da işte evlerini geçindiriyor, çocuk sahibi oluyor, emeklilikleri için ssk ya primleri yatıyordu. İnanırmısınız, allahın 170 denye jarsesini bile yapamayan bu asalaklar yüzünden kemal şahinin firmaları benden alıyordu bu primitif kumaşı....Gün geldi dünyada kriz filan değil de, şahinler holdingin bu "memur"ları yüzünden firma batma noktasına geldi. Önce tedarikçileri harcadı. Oysa yıllar önce bu elemanları kapı önüne koysaydı, belki bu kadar zorluğa girmezdi. Düşünsenize, avrupada tüm fuarlarına gönderiyordu elemanlarını, uçağa bindiğimizde şahinler holding zevatına selam vermekten insan yoruluyordu....Peki geri dönünce ne oluyordu, yine gelip kenandan alıyorlardı kumaşı. Çünkü o personel, fuar dönemleri öncesi, sen barcelona, ben düsseldorf, sen köln ben frankfurt şu paris kavgası yapıyordu. Kimsenin niyeti gidip trendleri öğrenip, dönüşte buna uygun tasarımlar yapmak değildi..Gidip orda gördüklerini Fineteks'te görünce, ohhh, hazırlop, trend hazır...Ha siparişlerin hepsi bana mı geliyordu, yok. Paris vs. gibi ülkeleri gezen bilkont kumaş tedarik ekipleri, yeni trendlere göre kenanın geliştirip numunelerini tam zamanında veren kenana gelen siparışlere dalıyorlardı..." abi biz bilkontuz, siparişi bize verin..ne fineteksi kardeşim, biz grup firmasıyız" filan...Be kardeşim, ben yapmadan önce kumaşı yapıp kendi grup firmalarınıza numune olarak verip sipariş almalarını sağlasanız ya...yoook olmaz, kim gezecek paris, kölün, düsseldorf veya barcelonada...Sonra kim facebook una, speysine orda çektirdikleri fotografları koyup hava atacak...ama saadet zinciri koptu gitti...Kabak kenanın başına patladı. 1993 yılında kurduğum kendi işimi kaybettim. iflas ettim. bilmiyorum, belki karşılıksız çekten aranıyorum. Yakalansam keşki, hapishanede 3 öğün yemek var en azından...Araba almıştım, kredi taksitlerimi ödeyemedim diye bağladılar. birbuçuk yıldır yeddi emin otoparkında, satılsa bedeli otopark parasına yetmez..bu ve benzeri borçlar büyüdükçe büyüyor. ama sorry yani kusura bakmasınlar bunlarla ilgilenemiyorum, karnım aç, ne şekilde doyururum, nerde yatarım, uyurum, diye düşünüyorum.
İşlerim iyiyken yanımda olanlar tekmeyi vurdu. Başarısız bir şerefsizdim neticede. Para varken bir eli yağda bir eli balda olanlar, para bitince dirseği göstermekte gecikmediler.
Cebimde onmilyar tl yazan şahinler holding çeki duruyor. arkası yazılmış. savcılığa vermedim. Benim de onlarda çekim var. belki onlar verip benim hakkımda tutuklama kararı çıkartmıştır. ama benim elim varmadı, yapmadım...ama bir ekmeğe muhtacım..
Kışsa yazlık elbiselerimde, yazsa kışlık elbiselerimde "bir umut" bozuk para, tek bir sigara arıyorum...Şahinler holding mi...Ha arasıra basında rastlıyorum...: Kemal şahin, tüm borçlarımı ödedim diyormuş, ...! Peki bana olan borcun? 1993 yılında kurduğum işimi, iflas erteleme kararıyla bitirdin..ben sürünüyorum. Yaş 53, bana olan borcun...
Neyse hayırlı olsun diyelim.
Kimsenin bana borcu yok zaten, ...
Daha başka kimlerin borcu yok biliyormusunuz?
Kurt kocayınca çakallara oyuncak olurmuş derler.
Bir kız kardeşim vardı, sünepenin teki bir baltaya sap olamıyacaktı, okul arkadaşlarımdan birinin yanında işe koydum. 30 yada 35 yıldır orda çalışıyor. Ev aldı araba aldı keyfi yerinde..
ama o da bana sırt çevirdi...Neymiş efendim ben başarısızmışım...yanlış yapıp iflas etmişim.
Arkadaşlar bizim köye giderseniz (benim param yok gidemiyorum) benden selam söyleyin, tanımazlarsa, zengin oldu dersiniz, o zaman anamı da tanırlar babamı da...diye bir eski söz vardı...Ey para sen nelere kadirmişsin be..Eş, kardeş. sen varsan yanımızda, yoksan, onlar da yok....Yolları açık olsun. Ben kapitalle başlamadım bu işe. Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner diye teselli ediyorum kendimi işte.,.AMA DURUM BUDUR..

3 Ağustos 2009 Pazartesi

FITIK ETTİLER Ama Ameliyat etmiyorlar..!

İlk canlı hücreler 3,5 milyar yıl önce oluşmaya başlamış biliyormusunuz ? Hücre deyip geçmeyin, birsürü parçadan ouşuyor. Organelleri var yani. Bunları fıtık ameliyatı için yattığım hastanede okuyorum. Kitabın adı: “Dinazorların Sessiz Gecesi” Yazarı Bir Alman, Hoimar Von Ditfurth.
Hücre, 5 ana yapıdan oluşuyor. Çekirdek, Hücrenin beyni gibi diyelim. Mitokondridler hücrenin zarında lameller gibi yapıdalar ve enzimatik yöntemlerle enerji üretiyorlar. Ribozomlar ise hücrenin sentez fabrikaları, protein ve enzim üretiyorlar. Kamçılar ise hücrenin hareketini sağlıyor, Kloroplastlar ise yeşil renk oluşturan yapılar. Bu beşinci öğe her hücrede yok. Bizde ve aslanda yok yani. Yalnız bitkilerde var.
Kloroplast deyip geçmeyin çok önemli. Güneşten gelen fotonları alıyor, +su+karbondioksit = Nişasta, yağ, protein ve oksijen üretiyorlar. Yani bizler ve herkez için gerekli her şey…
Yani bitki hücreleri olayı çözmüş. Işın güneşten, su gökten, karbondioksit zaten bol, yap sentezi, yaşa git…Kebap anlayacağınız. Öyle iş bulma, emeklilik bekleme filan gibi şeyler yok…Yada zavallı arslan gibi günlerce aç açına av arama gibi zahmet hiç yok.
Tam kloroplasta sahip hücrelere özeniyordum ki, olay farklılaştı ileriki satırlarda. Bu sefer, kendi bünyelerinde kloroplasta sahip olmayan hücreler, bizim ekmek elden su gölden yaşayan kloroplastlı hücreleri iyi bir besin kaynağı olarak belleyip onları yemeye başlamışlar. Bu dünyada rahat yok abi…
Milyarlarca yıl evrimden sonra bizler, inekler ve aslanlar hep kendi bünyesinde kloroplast barındırıp güneşten aldığı ışık, topraktan su ve havadan karbondioksitle beslenip, karınca kararınca hayatını sürdüren bitkileri tüketir olmuşuz. Biz otu ve ineği yemişiz, aslan otu yeyip et sahibi olan ceylanı filan yemiş.
Hatta bir Rus bilim adamı Baron Mereşkovski, hücrelerin bu farklı yapılarını inceledikten sonra: “Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmalarının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız kloroplast bulunmasıdır” demiş. Aslan ve insan gibi canlılar için ise, besinini av yoluyla sağlamak zorunda olan, yer değiştiren canlılar olarak açıklamış. Hareketli, kendi besinini üretemediğinden, haydutça sağa sola saldıran yaratıklar yani…
Fıtık dedim de ne alaka şimdi bu diyeceksiniz…Anlatayım…
İşler berbat, Ülkenin en büyük tekstil holdinginden 300 bin ytl alacağım var, bir sürü yerede bir sürü borcum… Al alacağını, kapat borçlarını diyeceksiniz ama, Adamlar uyanık, mahkeme kararı almışlar, iflas erteleme diye, bir şeylerine dokunamıyorsun…1993 ten bu yana devam eden ticari hayatım bitmiş…iş arıyorum, mesleğim tekstil, tekstil de bitmiş. Yaş gelmiş 52 ye. Tanıdık çevreye söylüyorum iş verin diye, “Estafurullah Kenan abi…! “ diyorlar. Beni onurlandırdıklarını sanıyorlar… Başka bir alana geçsem, o alanda sıfırdan başlamam gerek, işi öğrenmem gerek. Vs.. Kimi de gerçekten iş aradığıma inanmıyor, oysa bizim gözümüz, üzerinde birçok haciz olan arabanın mazot ibresinde, ha bitti ha bitecek, eve varamayacağızda. Ya da yol kenarında bulabileceğimiz, 20 kuruş olan efes-filsen şişelerinde. Neyseki bir arkadaşım benden birine bahsetmiş, övmüş, gelsin görüşelim demişler. Çok sevindim. Adam Trakyada bir fabrika kuruyormuş. Kendi istanbul’da yaşadığından oranın başında duracak birine ihtiyacı varmış.. Hemen işe başladım. İstanbul’daki fabrikada bir dönem çalışacağım, sonra trakyadaki fabrika bitince oraya gideceğim diye gözümü dört açmış iş akışını kavramaya, işletmenin ve kendimin eksiklerini öğrenmeye çalışıyorum. Ama patronum biraz değişik. Çok alt kademeden bu duruma geldiğinden, bir profesyonelle çalışmaya alışık değil. Şirketlerinde telefona bakacak bir sekreter bile yok. Plan, proje hiç yok. Bilgi akışı sıfır. Herkez patronun aklından geçeni tahmin etmek zorunda. Patronumun en sevdiği şey, koli yapmak, mal sevketmek. Ben de koskoca adam koli yaparken seyredemem ya, dalıyoruz birikte koli yapma, sevkiyat olaylarına…Ama kimse ondan iyi koli yapamıyor, koli bantını doğru yapıştıramıyor…Diğerlerini en sert şekilde azarlıyor, benim bant yapıştırma, ya da koliyi tutuş eksikliklerimde ise bağırmamak için kendini frenlediğini açıkça belli ederek, uygun bir ses tonuyla “Kenan Bey öyle değil, böyle…” diyor. Eh buna da şükür diyoruz. Sonra yavaş yavaş, hadi şu pikabı dolduralım şu müşteriye götür, Kenan bey, eve dağıtılan malları kadınlardan toplayabilirmisiniz derken, bizim Trakya’daki fabrika Müdürlüğü döndü, Koca minibüsü yükleyip, Sultanhamam’ın dar sokaklarında küçük Anadolu toptancılarına mal dağıtma olayına.. İki bel fıtığı ameliyatı geçirdiğimden çok dikkat ediyorum kendime indir bindir yaparken. Bu arada 3 ayda 15 kilo verdim. Tazı gibi atik oldum yani ama bel fıtığını düşünürken kasık fıtığı oluvermişim ağır kaldırmaktan (mı?) yoksa biz patronla koli yapıp mal dağıtırken, bir evrak eksikliğinden gelen 30 milyarlık cezayı atladıklarından mı veya zaten buhar kazanımız varken boşu boşuna ikincisini alıp, sonra keşke almasaydık dediklerinden mi bilmiyorum, ama neticede fıtık oldum işte. 300 milyarlık alacak ve bir sürü borç ve fıtık büyüyerek duruyorlar yerli yerinde. Ayrıldım işten. Bazı hukuki işleri halledip, fıtığı çözüp tekrar günlük harcamalarımı karşılayacak parayı kazanmanın yollarını bulmalıydım. Yaz geldi bu arada. Yazlık sitelerin önünde tezgah açıp geçici de olsa sigara ekmek paramızı çıkartır olduk.
Ha fıtık demiştik dimi..Hastanelere telefonla randevu alınıyormuş. Hemen bir hastanenin dahiliye bölümüne randevu aldım…Ama hocam bu kasık fıtığı, umarım bayan doktor değildir diye dua ederek hastaneye belirtilen saatte gittim.
Şaşırdım aslında. SSK ve Devlet hastanelerinin önündeki kuyruklar, geceden sıraya girmeler aklımda kaldığından, gittiğim yer bambaşka geldi bana. Adeta özel bir hastane gibiydi. Bankolarda bilgi veren bayanlar, her bölümde ayrıca farklı görevliler hepsinin önünde Toshiba laptaplar filan…Nooluyoruz yahu..Kimliğini uzatıyorsun, TC kimlik numaranı giriyor, printırdan sessiz ve usulca bir barkod çıkıyor, adın vs. her şey yazıyor. Sana veriyorlar. Bir de numaran var. Sözkonusu barkodun belirttiği doktorun kapısında bekliyorsun. Daha bitmedi. Her doktorun kapısının üstünde LCD monitörler var. Şu an muayenede olan hasta, ve ondan sonra sırası gelecek 3 hastanın ismi yazıyor. Otur güzel sandalyelere, gözün monitörde, sıranı bekle. Medeni bir ortam yani. Oturdum ve beklemeye başladım. Rehavet ve yüzümdeki vatandaş olmanın keyifli gülümsemesi bir müddet sonra kayboldu…Çünkü kafamı her çevirdiğimde numara aynı duruyordu…Monitörden gözümü ayırmamaya çalıştım, bir baktım, benden çok sonraki bir numara yandı…Duvarda, Sağlık personeline öncelik verilir yazıyordu. Sanırım öyle biri dedim. Sonra normale döner gibi oldu yine farklı numaralar yanmaya başladı..Alet cozuttu galiba, virüs mü ne girdi dedim. Zaten hastane ortamı, bebekler ölüp duruyor, her türlü mikrop var, virüs te vardır zahir..Ama işin aslı o değilmiş. Doktorun kapısının önü ana baba günü, kimse koltuklarında kurulup oturmuyor benim gibi, bizim barkodu dinleyen yok, giren çıkan belli değil. Bizim doktorun yanındaki bankoya baktım. Kimseler yok..Toshiba laptop duruyor açık vaziyette, bir hastanın çocuğu bilgisayarı kurcalıyor, oyun filan arıyor herhalde…öbür bankoya gittim. Burayla ilgilenen görevli yokmu? kimse sırayı dinlemiyor dedim, bizimkine bakan kız gelmemiş ogün, hemen konuştuğum bayan koşarak geldi bir fırça, bir tantana noluyor, niye sıraya uymuyorsunuz filan dedi, herkez uyuyoruz dedi, kız hemen eline bir liste aldı. Dantik bir kağıt üzerine manuel ortamda tutulmuş bir liste, okudu. Bana da “siz listeye isminizi yazdırdınız mı” dedi…Alçak sesle, salakça bir şey yaptığımı anlamış çocuk edasıyla Hayır dedim ve teknoloji harikası barkodumu gösterdim. “Bakın buraya isminizi niye yazmadınız, boşuna şikayet ediyorsunuz” dedi ve bizzat kendi elleriyle ismimi yazdı. Ben de artık sıraya girmiştim. Boş boş Toshiba laptoplara, kafasın göre bir şeyler yazan LCD monitörlere bakakaldım.
Nihayet alışık olduğumuz listedeki sıram geldi, içeri girdim, baktım ki doktor kadınmış…Üstelik Türbanlı, Pardon türban mı denir bilmem, sıkma baş gibi, bone gibi bir şey vardı kafasında (türban takamıyor ya devlet hastanesinde…) Neyse, Bunca mücadeleden sonra müşkülpesentlik ve ayrımcılık yapamazdım ..Bu fırsatı iyi değerlendirip birçok muayenemi hatta çek-ap yaptıracak bir şeyler söylemeliydim. Direk 3 ayda 15 kilo verdiğimden girdim…Sırtımı dinledi, bana eli deymedi, zinhar deymedi, sadece steteskop dokandı. Birkaç soru sordu, çok tahlil ve tektik yapılacak şeyler söyledim, sonunda da kasığımda şiş var, galiba fıtık dedim, neyseki bakayım demedi, ultrason yazdı. Kanlar filan alındı, HIV testinden, tam kan testi, biyokimya testleri, hepatit testleri filan hepsi yapıldı. Akciğer filminden ulturasona kadar. Gerçekten fıtıkmışım. Neticeleri alıp saçını göstermekten ve erkek hastaya dokunmaktan imtina eden Dahiliyeci doktoruma gittim. Neden kilo verdiğimi çözememişti, psikolojiktir dedi. Ama fıtığınız var hemen ameliyat dedi. O zaman beni cerrahiye sevkedin dedim. (Alımca prosedürleri by-pas edip kendimi cerrahiye atacaktım…!). Hayır, ona da telefonla randevu alacaksınız dedi.
Oturdum telefonun başına genel cerrahiden randevu alacağım ama ne mümkün! alamıyorsun hocam boşuna uğraşma..Sonra öğrendim. Cerrahların muayenehanesine gidip bir vizite ücreti bayılman gerekiyormuş. Öyle teknoloji ve barkodla filan olmuyor yani.
Hem Muayeneye verecek param yok, Hem de bu tip yöntemlere karşıyım ya (hayatımın bu döneminde kelimenin tam anlamıyla züğürt tesellisi bu), başka hastaneleri denemeye karar verdim. İm-kan-sıııızz… Arkadaşlarla bu mevzuları konuşurken, liseden arkadaşım zerrin bir ssk hastanesinde cerrah arkadaşı varmış hemen onu aradı, gelsin yapalım dedi..Laptop, barkod, LCD ekran yerinde duruyordu kek gibi…Türkün gücü teknolojiyi yenmişti birkez daha..Hastaneye gitim ama bizim doktorumuz da orada asistan olduğundan uzmanlardan ve hocalardan daha fazla ağırlığı olamıyordu. Neyse, poliklinik dedikleri barkodlu maceraya başladık yeniden, aynı yöntemlerle. Nihayet ameliyat günüm belli oldu….Ayın onüçünde yatacaktım. Epey zaman vardı, günlük konuşmalarda vs. eşimiz dostumuz, akrabalar, eşimin akrabaları ameliyat olacağımı öğrenmişlerdi, şimdiden geçmişolsun diyenler, basit ameliyat deyip teselli edenler filan başlamıştı..Gün geldi çattı, O gün de sanal barkod uygulamasıyla başladı ve randevu servisinden yatış kağıdını kopardık.
Bizim servisle poliklinik arasında öyle uzak ve dik yokuşu olan bir yol vardı ki, gide gele perişan olmuştum. Bu yolu gebermeden bir-çok kez gidip gelen bir hastanın masada kalmayacağını garanti altına alacak bir yöntemdi belki de bu. Fazla kurcalamadım.
Elimizde kağıtlarla servisimize çıktık. Yolun sonuna, hastanenin başına gelmiştik. Kız aldı kağıda baktı…Yer yok dedi. Bende film koptu. “Hanımefendi, sizin yataklarınız, taburcu olan ve yatan herkez bilgisayarda görülüyor, eğer boşyer olmasaydı bize bu kağıtlar verilmezdi” dedim. Orada kadın erkek koğuşu olarak görülmüyor, erkek koğuşunda tek bir boş yer var, ona da yoğunbakımdan biri gelecek dedi. İnanmıyorum, hocalar kendi hastaları için serviste boş yatak tutuyor, ben bu işleri biliyorum filan gibi bir sürü tantana ettim, dosyanızı verin ben sizi sıraya sokayım, telefon bırakın sizi arayıp çağıracağız dedi ve yine plastik cetvel ve el marifetiyle hazırlanmış bir manuel liste çıkarttı masanın altından. Eveeeet sanal ortamdan gerçek hayata geri dönmüş, ayaklarımız bir kez daha yere basmıştık.
Onca geçmiş olsun dileği, eşimin ağlayarak çantamı hazırlayışı, tanıdıkların kimi pijama, kimi kolonya, kimi ıslak mendil getirişini düşündüm bir an. Hepsi çantamızdaydı. Ama biz yine direkten dönmüştük. Cebimizdeki para da kısıtlıydı. Yani hastaneye bir kez gelecek ve eve dönecek paramızla, mazatomuz vardı. Fıtığım ve diğer her şey yerli yerinde duruyordu.
Telefon numaramızı bırakıp kös kös döndük geri. Bizim asistan arkadaşın telefonu kapalı olduğundan, ona ancak bir mesaj attım durumu özetleyen.
İki saat sonra kadar telefonum çaldı, yatak boşaldı, hemen gelin dediler. Bu arada bizi arayanlara, yer olmadığını filan söylemiştik, eve dönüyoruz demiştik. Haydaaa biz tekrar gerisin geri hastaneye döndük . Artık eşim de ağlamıyordu, ben de bir hastanın göreceği şefkat, ilgi gibi şeylerden iyice yoksun kalacağımın farkındaydım. İşin bokunu çıkarmışlardı yani. Yine birkaç kişi aradı, onlara yine hastaneye gittiğimizi söyledik…Hasss…..tiiiir….filan gibi tepkiler aldık. Tepki bizemiydi, hastane sisteminemiydi bilmiyorum. Yani öyle ya insanlar hastalıkta bir geçmiş olsun filan demek istiyor, bir sürü kontür harcıyor, sonra olmuyor, hastaneden çıkılıyor, iki saat sonra tekrar hastaneye dönülüyor…Biz, arayanlara mahçup, karizma çizilmiş şekilde hastaneye gittik. Yerim güzeldi. Yerleşiverdik bi çabuk. Yine eşe dosta haber verildi, “aaaa niye söylemediniz, bir geçmiş olsun derdik, çok kırıldık..” demesinler diye…Haa bu arada bazı yakın akrabalar da hiç aramamışlardı “geçmiş olsun demek için” onlarda uzak ve soğuk tavırlarını böyle sergiliyorlardı. “Amaaan yatsın ameliyat olsun bir geçmişolsun deriz olur biter diyorlardı” ama ne yazıkki onlarda uzaktan uzağa aldıkları bilgilerle şaşkına dönmüş ve ters köşe olmuşlardı…..Neyse yatağı sağlama almıştık ya. Yakın akraba diplomasisini başka bahara erteledik.
Doktorlar geldi, Boş yatak vardı ama ameliyat masasında ertesi günkü sırada ben yokmuşum. Bir sonraki gün de ameliyat yokmuş. Belki ondan sonraki günler sıra gelirmiş ameliyata….”İsterseniz eve çıkın biz sıra gelince sizi çağıralım” dediler yine..!
Eşimi teselli edip eve yollamış, terliklerimi giymiş yatağıma alışmaya başlamıştım. Ne evi şimdi…Fıtığı filan geçtim. Dostların, akrabaların yüzüne nasıl bakacaktım. Ulan hiç olmazsa bir gece yatayım bari şu hastanede de iyice rezil olmayayım dedim. Bizim asistan arkadaş geldi. Abi senin ameliyat basit, yarın fırsat bulursak araya sıkıştırırız, sabah ye sonra bir şey yeme hazır bekle dedi…
Uzandım yatağıma…Pencereler çift cam, çift açılır sistem pimapen. Yatakların kenarında düğmeler var, dokunuyorsun 3-4 pozisyona giriyor yatak. Eskiden amerikan hastanesinde filan vardı böyle şeyler..SSK hastanelerinde ise elle kaldırılan kademeli bir stoplama sistemi olurdu. Tuvaletlerde kağıt havlu, tuvalet kağıdı. Yemek, temizlik hizmetleri vs. özel şirketlerden satınalınıyor. Otelcilik güzel yani. Tahminim hepsi ihale açıp alınıyor. Yani anlayacağınız ihale yöntemiyle yapılacak her birşey tamamdı, LCD ekranlar, yazılım, barkod, tuvalet kağıdı, kağıt havlu, çift açılır camlar vs. vs.
Faça ve her şey tamam da peki benim gariban halkım bu engelleri bu gayri resmi prosedürleri nasıl aşıp kapağı buraya atabilecek diye düşündüm. O gariban halkım, nasıl doktorun muayenehanesini bulacak, parayı nasıl ödeyecek, önce yatakta yer, sonra ameliyat masasında nasıl yer kapacak diye hayıflandım.
Aklıma Nazım’ın Memleketimden insan manzaralarından bir bölüm geldi..:
“Akşamdı, kıpkızıldı ortalık.
Karşıda bozkırda Dümelli Mehmet
Ağzının
Tam ortadan
Yarısı dişsiz
Ve çipil, mavi gözleri ıslak.
İçeride otaklavın uğultusu:
Dümelli’nin karısı ameliyat olacak.
Doktorla Dümelli konuşuyorlar:
- Bağırsağı düğümlenmiş
Karnını yaracağız.
-Ölür mü ki?
-Karnını yarmazsak ölür mutlaka,
karnını yararsak belki kurtulur.
- iki bebesi var.
Komşuya koyup geldik.
Bir defa ödlümüydü…
- Karnını yarmazsak ölür mutlaka
- Gece harman yerinde hani,
Örtümüz neyimiz de yok.
Bebeler de yanında.
Harman yerinde hani,
‘uy anam’ dedi bağırdı
göbeğini bastırıp
bulaştı kıvranmaya.
Ölür mü ki?
Bir ilaç yazıversen.
- İlaç kar etmez
Karnını yaracağız.
- Sen bilirsin.
Gece harman yerinde çıplaktık hani.
Bir sarı hap içirsen…..

Şimdi Nazımın anlattığı bu Dümelli Mehmet’i bir düşünün, gelmiş bugünün hastanelerine, ben düşündüm içim sızladı.
Devletin hastaneleri, doktorların özel muayenehanelerinde yatak ve ameliyat sırası belirlenen kurumlar haline dönmüş.
Tüm personel, hiyerarşiye uygun davranarak yerini ve sırasını biliyor, kimse kimsenin ayağına basmamaya özen gösteriyor. Ya vatandaş?
Vatandaşı SİKTİREDİN. Evet, evet! Yanlış duymadınız siktiredin. Tamam, Düzen bozk ama Düzülenler de bozuk arkadaşlar. Onlar bu doktorlardan berbat.. Nerde benim saf Dümelli Mehmet misali Anadolu köylülerim…Abi herkez bizden akıllı. Doktorlar devletin ameliyathanesini yatağını kendi babasının çiftliği gibi kullanıyor diyoruz ya, işte o doktorlar var ya, kapılarda bekleyen, elinde barkodlu sanal listeler ile manuel listeler arasında ustalıkla cirit atan bu milletin çocukları. Uzaydan gelmediler yani.
Kadının elindeki barkodda sıra numarası 20 yazıyor, ben kapıyı tutmuşum, benden önce bir kadın var o girsin, sonra ben dalacağım, öyle koltukta oturup sıranı bekleme romantikliğim geçmiş, kurdu olmuşum hastanenin kardeşim. Arkamdaki kadının gözü kapıda, tüm vücudu sırtımda, aralanıverse aradan feyk atıp dalacak içeri. Kadına döndüm, bak dedim benim kağıdımda 17 yazıyor ben senden önce gireceğim, hiç zorlama dedim. Yok yani benim işim çok az bir yatış işlemi için giricem dedi. Kardeşim ben de yatış işlemi için geldim, benim ki de çok kısa dedim. O bu kez, ben zaten demin girmiştim, bir imza eksikmiş, hemen onu alıcam dedi. Düzgün, modern giyimli layikçi çağdaş bir hanım görünümündeydi…Bak dedim, senin numaran 20 benim 17, benden önce bir kere nasıl olduysa girmişsin, ikinci kez girmek istiyorsun, olmaaaz…dedim. Neyse bunu çözdük, ordan imzayı aldık. Başka kapıya yöneldik. buradada başı bağlı, ya istanbulun varoşlarından, yada İstanbul dışından gelmiş bir kadın arkadan zorluyor, hanım hanım ben sizden önceyim, benden sonra siz girin diyorum. Barkoduna filan bakıyorum..Kadın iç Anadolu şivesiyle..”aslında benim bu sıraya heç girmemem ilazım, direk dohtorun yanına getmeliymişim..” deyip duruyor.
Ne acımasız millet olmuşuz be. Hani otobüste filan olur, yaşlı, hamile veya bayan diye yerini verirsin. Be kardeşim, burada kuyrukta bekleyen herkezin bir illeti var herkez hasta veya hastası için burada, bu ne acımasızlık, bu ne saygısızlık. Savaşlarda bile hastaneler eldengeldiğince bombalanmaz. İyi kötü saygı gösterilir. Bizim millet hiçbirşey dinlemez durumda dalıyor bodoslama.
Neyse o gece yattık. Hastanede beş kişilik koğuşta 3 kişiydik. 2 yatak boştu yani. Beni de çağırmasalar, 3 yatak boştu. Yoğun bakımdan filan da kimse gelmedi. Sadece gece boyu karşımda yeni ameliyattan çıkmış beyin bitmek tükenmez bilmeyen ziyaretçileri doldu taştı. Hele bir keresinde tam 7 kişi daldı içeri (seydğm imin olun) ellerinde kol gibi dürüm yapılmış, buram buram kokan lahmacunlarla. Hasta Adamcağız kesif lahmacun kokusu ile ancak narkozun etkisinden çıktı da, ziyaretçilerini “merdiven başında yeyin” diye kovdu da oda havalandı biraz.
Neyse, ertesi gün ameliyatımın “aradan çıkartılacağı” bir ana odaklanıp geçti…Her narkozdan baygın hasta gelişinde kulak kabarttım servise…Tık yok…Saat 15,30 da karımın ağlayarak hazırladığı çantacığımı geresin geri doldurmaya başladım. Pijamamı çıkartıp pantalonumu giydim. Bizim asistanı gözlemeye başladım. Geldi. “Abi, bir ameliyat uzun sürmeseydi seni aradan çıkartacaktık, sen eve git ameliyat listesi oluşunca seni ararım, haa söylemeyi unuttum, etek tıraşı da ol dedi…”Oysa o kadar sık etek traşı oluyordum ki artık sakal gibi günlük traş istiyordu alarm zili çalan eteklerim.
Çantam hazırdı zaten, annesinde bekleyen karımı aradım, geliyorum dedim. O da ilgili şahısları aradı, bir hastiiiirrr.. daha yedi. Kös kös evimize geldik. Beni aradıklarında hastaneye geri gideceğim. Şu an resmen hastanede yatıyor ve ameliyat sırası bekliyor gözüküyorum (bana çıkan yemeği kim yiyor lan…!”) Aslında, evde bu satırları yazıyorum.
Peki hocam baştaki bu hücre mücre muhabbeti ne ola ki, konuyu nasıl bağlayacaksın? derseniz, şeyle diyeyim, Hani bir Rus bilim adamı vardı ya Baron Mereşkovski, hücrelerin bu farklı yapılarını inceledikten sonra: “Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmalarının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız kloroplast bulunmasıdır” demişti. Kloropalst filan gibi süslü lafları geçelim, adam harbi otları tarif ediyor yani.
Kurallara uyan, barışçı, sözünde duran, kimseyi mağdur etmek istemeyen, borcunu ödemek için arsalarını satan, kredi kartından paralar çeken, hastanede salak salak barkodundaki sırayı takip eden halimle OT gibi hissediyorum kendimi de ondan.
Okuduğum kitabın adına bak hele bi-kere “Dinazorların sessiz gecesi”ymiş, dinazorların da bizim de neslimiz tükendi dostlar…. Ameliyat olabilirsem eğer, devamını da yazarım merak edenlere….!

10 Haziran 2008 Salı

DEMOKRASİDE BU OLURMU ABİCİM YAA...


Eşim mide kanseri olmuştu. Midesinin hemen hemen tamamını aldılar, yavaş yavaş yemeye içmeye başladı. Neyse artık her istediğini yer olmuştu ama kemoterapiler nedeniyle alkol alması yasaktı. Oysa yazın balkonda şöyle oturup buz gibi birer bira içmeyi severdik biz. Ben de içmiyordum o içmiyor diye. Ama garip kuşun yuvasını allah yapar misali Televizyonlarda, bildbordlarda kısacası tüm ilan ve reklam kanallarında "Alkolsüz bira" reklamı başlamasın mı? Hemen doktora sordum, "ne zararı bilakis yararlıdır kilo aldırır" deyince damladım Karfurun içecek bölümüne, tırım tırım alkolsüz bira aradım yok. Herhalde gelmemiştir daha dedim, diğer büyük alışveriş merkezlerine koştum. yoktu. Bu kez müdürüyle konuşayım dedim, Avrupai Büyük süper ve hiper marketlerin satınalma müdürleriyle konuştum, aldığım cevap ilginçti..: "Beyfendi, alkollü bira reklamı yapılamıyor ya, onun için alkolsüz diye reklam yapıyorlar, asıl amaç allkollü bira tanıtımı, siz yanlış anlamışsınız vs." türünden bu reklam kampanyasının Bir Hülleden ibaret olduğunu anlattılar bana. Üşenmedim, bu firmanın ana dağıtım deposuna gittim. orda da bana alkollü bira reklamı yapılamaz, onun için alkolsüz reklamı yapılıyor, maksat bu esasında... gibi laflar söylediler...Ama ben oncayıl borçlar hukuku, ticaret hukuku ve medeni hukuku boşuna mı okumuştum yani...Ticaret odasının tüketici departmanına bir yazı döşenirsin...Yalan olmasın on veya onbeş gün sonra beni Ticaret odasından aradılar ve konuyu araştırdıklarını, ilgili firmanın alkolsüz bira sevkiyatı yaptığına dair kendilerine irsaliyeler faksladığını, aynen bana da bunları fakslayacaklarını söylediler. Teşekkür ettim. Akşam eve giderken yolumun üstündeki şu büyük ve kurnaz marketlerden birine uğradım, standlar alkolsüz bira doluydu..Utanmadan görevliye : "buzdolabında soğuk olanı yok mu?" diye sordum. Öyle ya tüketici olarak hakkımdı. Var abi, dedi gösterdi. İki kutu biramı aldım ve eşime sürpriz yaptım. O gün karşılıklı buz gibi alkolsüz biralarımızı içtik. Bir yıl sonra da eşimi kaybettim. Bu anıdan tek teselli, ölüme adım adım yaklaşan eşimin bir isteğini yerine getirebilmek oldu benim için.
Ama ne yazıkki ülkem hala aynı yerde tırmalıyor. ismi türkçe olmayan ve avrupai "BİÇİM"de düzenlenmiş büyük alışveriş merkezleri, oralarda satılan ve halimize "gülen inek" markalı fransız peynirleri filan hepsi yerli yerinde ama gel gör ki herşeyimiz yine "BİÇİM" olarak, yani şekilde avrupai...Zarfmı, mazruf mu önemli demişler. Yani zarf mı, zarfın içindeki mi..? Ama bizde önemli olan zarftır arkadaşlar. İçi boş ta olsa, zarfımız fiyakalı ve kitabına uygun olmalı. Gerisi fasa fiso...
Yıllardır tutturmuş gidiyoruz bir demokrasi diye..Geçenlerde ABD deki Barak obama ile Hilary Klinton arasındaki seçim yarışına gözüm takıldı. Ulan zenci olsun Başkan be.! dedim. Neyse ki son turlarda Barak Obama ipi gögüsledi. Ama ne iş yahu adam başkan oldu diye sevindim ama, meğerse başkan filan olmamış. Peki abi bu ne seçimleridir tüm yazılı, işitsel, görsel ve tinsel medyayı meşkul etti günlerce dedim. Bilen bir abimiz dedi ki: "Kardeşim bu kendi partilerinden kimin başkan adayı olacağını tespit için, ülke çapında yapılan parti içi bir önseçim, başkanlık seçimi değil"
Haydaaa buyur burdan yak. Yahu bu amerikanın ya parası çok, ya da demokrasiyi bilmiyorlar ya da biz başka birşey için uğraşıyoruz yıllardır. İşin kolayını öğretmeli bunlara. Oturur partinin lideri ve iki sadık adamı, adayı veya milletvekili adaylarını belirler, yada bizdeki gibi bir partinin lideri, kapanır Cumhurbaşkanı adayını tespit eder, ama ne millete açıklar ne de bu cumhurbaşkanı adayı için oy verecek kendi parlamenterlerine. Son dakikaya kadar saklar, ve nihayet baklayı ağzından çıkartır. Kendi milletvekilleri el kaldırır Cumhurbaşkanını seçerler, Türkiye de onunla gurur duyar, son dakikada öğrense de kimin olacağını. Bu amerikalılar ya kafayı yemiş. Ya da demokrasiyi bize ihraç ederken, F16 ların bir parçasını eksik gönderiyorlar ya, onun gibi eksik birşeyler ihraç ettiler sanırım. Ama şu bir gerçek ki, ya onlarınki, ya da bizimki demokrasi değil, çünkü gerek öz, gereksede "BİÇİM" olarak birbirinden çok farklı şeyler.
Tamam adam demokrasiyi biliyor, bize tavsiye ediyor ama önemli bir unsurunu öyle hazırlop vermiyor, siz bulun diyor olabilir. ABD yi suçlayamam. Peki dibimizdeki, üstelik yıllardır Girmek için pas pas olduğumuz Avrupa Birliği niye kopya vermez anlamadım. Müfettişleri, milletvekilleri azıcık kitabı satan birinin duruşmasını bile izlemeye gelir, her fırsatta "Eksikleriniz vaaaaar, şunu şöyle yapın bunu böyle yapın, herkez anadilinde yazsın, çizsin, konuşsun, yargılansın,kıbrıs vs. vs." der de, Neden kalkıp "Kardeşim böyle demokrasi olmaz, herşeyden önce siyasi partiler ve seçim yasanızı değiştirmeniz gerek, yoksa sittin sene AB ye giremezsiniz" demez..Mesela bize şöyle fırça atsa ya: Böyle demokrasi mi olur ey türkiye, parti liderleriniz oturup Milletin seçeceği vekilleri saptayıp, sonra millete de Alın ben bunları seçtim, sizde bunları seçin diyor bunun neresi demokrasi...Deyip niye fırça atmazlar. Ya da bir parti içinde (ki okuduğumuza göre siyasi partiler Demokrasinin Vazgeçilmez unsurlarıymış,) bir muhalefet gelişse, sağdan sola, ileriden geriye tümünde sözkonusu muhalefet alel acele derdest edilip, partiden ihraç için gereken tüm ayak oyunlarnı sergilediği için eleştirilmez. Tamam abi anladım ben, bunların bizim demokrasiyle idare edilmemizi istedikleri filan yok...Peki niye o kadar seçim kampanyaları, hindistandan boya getirtmeler, sandık vs. masrafları. Zaten seçilmişleri seçmek için niye zahmet ediyoruz, para harcıyoruz anlayamıyorum. Yani bırak bu büyük işleri, devlet idaresi demokrasi filan gibi bizi aşan konuları. Bizim herşeyimiz biçimsel dostlar. Mesela bir vatandaş veya bir bakan veya bir milletvekili veya bir vali ev alacak diyelim. Ne yapar, evin alım satım vergisini öder dimi...Peki nasıl öder...Burda olay yine iki cephelidir. Bir, sahnenin önünde görülen yüzü, diğeri kulisteki gerçek yüzü...Ev bostancıda ve diyelim 350 bin ytl. Ama tapuda bu 80 bin ytl filan gözüküyordur. Taraflar alım satım vergisini göstermelik değerinden öder. Tamam vatandaş az vergi ödemek için sesini çıkartmaz diyelim, abi devletin bundan haberi yok mu yahu...Resmen gelir kaybı ve vergi kaçakçılığı..Ama olsun, uyduruktan ve gerçeğe uymayan bir "Emlak alım satım" vergimiz vardır ve bu böyle uygulanır. Sesini çıkartma abi, sana ne yaaa.
Sonra bir sosyal güvenlik yasası çıkartırlar, kimileri buna mezarda emeklilik filan der, yasayı çıkartanlar cansiperane savunurlar çıkarttıkları yasayı. Öyle birşey yok, çalışanların hakkı filan gasbedilmiyor, yalan söylemeyin, ayıptır filan derler...Yasa 1 Haziranda mı, 30 Marttan mı ne yürürlüğe girecektir, bir bakmışsın millet SSK önünde kuyruk...Neymiş efendim? eşiktekini, beşiktekini ve hatta utanmasalar ana karnındaki çocuklarını Sigortalı edip, bu yasanın olumsuz yanlarından etkilenmesinin önüne geçeceklermiş...Halk abi her işin kolayını arar deyip geçecekken, bir bakmışın rakamlar çıkar ortaya: Şu kadar milletvekili, şu kadar bakan ve şu kadar cumhurbaşkanı çocuğu da yasanın yürürlüğe girmesinden önce dandikten SSK lı yapılmış. Abilerim Ablalarım, hani bu yasa kötü değildi, aksini söylemek abesle iştigaldi. 70 milyon için bu yasayı çıkartanlar sizlersiniz, el kaldırıp kabul eden, imzalayıp yayınlanmak üzere resmi gasteye gönderen sizlersiniz, niye o zaman çoluk çocuğunuzun bu yasadan olumsuz etkilenmemesi için aklagelmedik kaçamak yollar arıyorsunuz..Ne diyeyim abi..Bizde herşey Biçim, özüne bakarsan hala alkolsüz bira reklamı gibi...
Bir de güncel mevzu var, Her haber programında "Türban yasası" değişikliğine ret...Bu demokratik bir karar mıdır? Anayasa Mahkemesi yasamanın önünü kesmişmidir, Türban yasası niye geri döndü, Türban yasası şöylemi yoksa böyle mi oldu türünden programlar aldı başını gidiyor. Yaşlı başlı, ünvanlı, yada ünlü ve sözü dinlenir tüm zevat başladılar tartışmaya...Hani aynı deprem sonrasının deprem uzmanları gibi, herkez cin fikirler üretiyor, yukarıda anlattığım türdeki muhteşem demokrasimizin bundan yara aldığı vs. vs. anlatılıyor, kimi doğru kimi yanlış diyor. Yahu hiç kimse çıkıp sormaz mı: BU YASANIN NERESİNDE TÜRBAN YAZIYOR? Aslında doğru burdada alkolsüz bira reklamı yapıp aslında alkollü bira satabilmek için bir hülle var. Çünkü değişiklikte türbandan bahseden yok. Anayasanın bir maddesine muğlak bir ifade eklenerek, türban takanların üniversite eğitiminden yasaklanamayacağı mevzusu arada kaynatılmak isteniyor. Ama ne yazıkki, bu değişikliğe karşı olanlar da, savunanlar da bu konuya hiç değinmiyor. Ama herkez bu konuda hemfikir "Tamam abi, türban yazmıyor da, asıl amaç burda muglak bir cümle bırakıp türbanın üniversiteye girmesini sağlamak, sen de anlamadın mı yahu.." diyorlar bana. Tamam da arkadaş kimse niye demiyor ki: Bu anayasa mahkemesi ayda mı yaşıyor, sen yüce mahkemenin önüne bircümle koyuyorsun, bunu onayla diyorsun. Ama o cümlenin esasında o cümle olmadığı, bunun altında gizli bir amaç olduğunu da her türlü şekilde tartışıyorsun. Peki bu mahkeme niye onaylasın senin bu üstü kapalı, korkak, açıkça yazamadığın, aynı alkolsüz bira reklamı gibi hülle yaptığın yasayı veya anayasa değişikliğini. Bence Gerekçeli karar nasıl çıkacak biliyormusunuz. Mahkeme Biçim olarak inceleyebilirmiş, yada şekil itibariyle. Tamam mahkeme de der ki, bu karşımıza getirilen yasa "şekil itibariyle gayri ahlakidir, yazılı olanın dışında yazılmamış başka amaçlar taşımaktadır. Yasaların açık ve net olması gerekir, yapılan hüllenin Hukuk, demokrasi ve ahlak ilkelerine aykırı olması sebebiyle reddine....." der ve işi bitirir. Bu gayri ahlaki durumu da kimsa tartışamaz, savunamaz.. Bırakınız anayasa hukukçularını filan programa çağırmayı bir ahlak bilgisi hocası çıkartın siz programlara ey TV kanalları....Yahu şu ülkede yazılı olanlarla fiilayatta yürüyenlerin taban tabana zıt olduğunu savunacak bir delikanlı, bir deli dumrul, bir keloğlan yok mu, kral çıplak diyecek demokratlarımız neredeeeeee.....

22 Şubat 2008 Cuma

TÜM HASTANELER BİZİM, ÜSTELİK BEDAVA.YAŞASIIINNN..!

Haberi duyunca sevindim. Yıllarca ssk primi, bağkur primi öde, kuyruk korkusuyla özel hastanelere bir sürü para bayıl..Artık bu çile ve garabet bitmişti...Özel hastanelere bile gidebilecektik. Ama kanun resmi gazetede ilan edilip yürürlüğe girer girmez aramadım, o kadar da görgüsüz ve tecrübesiz değiliz yani. Tecrübesiz diyorum, çünkü burası türkiye, ararsın hastaneyi "tebligat bize gelmedi" , "sisteme henüz bilgi işlemden girilmedi" filan gibi cevaplar alacağımı adım gibi biliyordum Türkiyede yaşayan biri olarak. Bekledim birkaçgün, sabah işe geldim, kahvaltı filan derken, keyif çayımı yudumlamaya başladım ve kendime bir hastane bakayım dedim. Bakırköy hem yakındı, hem de acıbademin altında caruselin otoparkı vardı. Tamam burası olsun dedim. Aradım Acıbadem hastanesini, dahiliyeye randevu istiyorum dedim...Ama ben SSK lıyım baştan belirteyim. Yeni kanuna göre SSK lı hastalara bakıyormusunuz diye sordum, bakıyorlarmış. Hatta kızcağız, uzman mı yoksa Prof randevusu mu istersiniz diye sordu...İşe bak be, nihayet SSK lı biri olarak adam yerine konuyorduk, sıradan doktora bile razıyken, kızcağız prof randevusu teklif ediyordu. Vatandaş olmanın keyfi ile koltuğuma biraz daha yayıldım..Eh kanun da arkamdaydı, Prof olsun dedim. Mütevazi olmak gerek ilk seferinde, öyle ordinaryusunu filan aramadım yani...Herşey iyi giderken kızcağız bir rakam söyledi...Şaştım..Ama düşünsenize hergün aynı şeyleri tekrar ede ede dilinize pelesenk olur, otomatikman söyleyiverirsiniz ya öyle herhalde deyip, Bakın ben SSK lıyım demiştim hanımefendi, dedim. Kız biliyorum, zaten 40 ytl yi düşüp söyledim size dedi...40 ytl yi düşüp söylediği rakamın yanında, düştüğü rakam öyle kalıyordu ki, hiç farketmiyordu neredeyse..Peki uzman olsun dedim (içimden de amma şımarıkça davrandın be deyip kendime kızıyordum), uzman fiyatını duyunca, bundan da 40 ytl düştünüz mü dedim...Evet dedi...Hani güzel güzel giden bir cümle vardır ya sonra bir anda "ancak" çıkıverir karşınıza ve anlarsınız ya o cümlenin kafiye için yazıldığını...Ya da kocca bir ilanda bir mamulle ilgili öyle bir fiyat vardır ki ilgileniverirsiniz...sonra bayisine gidersiniz de aslında ilanın altında bit gibi yazıyla bu fiyatın, kdv, ötv, veteeve ve gibi vergilerden arınmış hali olduğunu anlar, kös kös eve dönersiniz ya..işte öyle oldum..Bir kez daha boyumun ölçüsünü almışım....Doktor işini bir kenarı koydum. Gel zaman git zaman istanbulun varoş bölgelerinden geçerken gözüm hep devasa "özel hastane"lere takılır oldu. Eskiden istanbulda şöyle karizma bir ameliyat veya muayene olayım da sağa sola anlatıp hava atayım demek istediğinizde, "International Hospital" da dikiş attırdım deyip, basur ameliyatıyla bile övünürdünüz...Şimdi nerdeee, heryer Hospital anasını satayım. Dogu Bahat hospital, bilmemne hospital filan...Neyse bunlardan birçoğunun en görünen yerlerinde "SSK lıdan muayene farkı almıyoruz" diye ilanlar gördüm...İşte bu. Dedim. Özel sektörüm olayı çözmüştü. Kafası çalışan bir hastane sahibi sürümden kazanmak için bir fikir geliştirmiş, diğerleri de peşinden gitmiş dedim....Ya kardeşim, o da doktor, bu da. ikisi de devletin üniversitelerinden mezun olmuş dimi....Karar verdim, ilk önce göz için gidip bir yoklayacaktım. Ha bu arada doktorun diplomasına da bakacaktım, Mardin tıp, şambayat tıp filan olmasın da diyordum kendi kendime. Fark almayan hastanelerden, pardon hospitallardan birine daldım. Ana, o ne...SSK daki kuyruk burda. Neyse kuyruk var ama o kadar uzun değil. Sıra geldi, göz muayenesi olacaktım dedim ve sağlık karnemi uzattım...Kız 20 ytl istedi. Kapıda muayene farkı almıyoruz yazıyor hanfendi dedim.....Göz için alıyoruz, sadece üroloji için almıyoruz, dedi. Tabelaya iyi bakarsam görürmüşüm, Çıktım zaten gözlüğe ihtiyaç duyan gözlerimle zor zar malum küçük yazılardan olanları gördüm. Hakikaten öyleymiş, tabelanın dibinde göz sorunu olan birinin de olmayan ama dikkatsiz birinin de göremeyeceği biryerde ve şekilde gerçekler bütün küçük ve minimal yöntemlerle açıklanmış...Şimdi bu varoş hospitallerini tek tek gezip, tabelaları okuyup hangisinde hangi servise muayene farkı alınmadığını tespit etmek gerek..Ama tabelaları da yanlış okumamak için önce para denkleştirip göz muayenesi olmam ve bir gözlük almam gerekiyor. Hele şöyle şahin gibi olsun gözlerim, bu sistemi çözüp SSK lı olmanın keyfini varoş hospitallerinde de olsa süreceğim..

12 Aralık 2007 Çarşamba

ŞEKOYU KAYBETTİK

Böbreklerinden rahantsız olan kedimiz şekip 8 aralık sabaha karşı öldü. Veteriner Cumartesi bize haberini verdi. Çok iyi anlaştığı Mayk adlı kangal köpeğimizin yanına gömdük onu da. Ama ağırlaşıp veterinere götürdüğümüz günlerde, Dişi kedimiz TekTek 4 tane yavru verdi bize. Üzüntü ile sevinci aynı anda yaşıyoruz. Yeni kedilerimizin 3/4 günlükken çekilen fotograflarını görüyorsunuz.

13 Eylül 2007 Perşembe

MASLAK TRAFİĞİNDE TATİLCİLER

Pazartesi günü, Maslaktaki şerıtın otelinde Güney Koreli bir heyetin toplantısına katılacaktım. Selimpaşadan yola çıktım erkenden, 35 dakikada Maslağa geldim. Uzaktan binayı görüyordum ama tam 45 dakika dur-kalk, dur-kalk yapa yapa toplantıya 5 dakika kala varabildim.
Neyseki bizim trafik sayesinde ilk gelen bendim ve koreliler bile gelememişti. Yani kendimin ve ülkem insanının zevahirini trafik sayesinde kurtarmıştım.
Trafik bu ya, dile kolay, tam 45 dakika oyalandık. Sağımdaki araca baktım, belki makyaj yapan bir hanım vardır direksyon başında de ben de izlerim dedim, nerdee bizde o şans, boş gözlerle ileri bakan bıyıklı bir herif. Soluma baktığımda ise daha ilginç bir manzara vardı. Bir araç, yavaş yavaş ilerlemeye çalışıyor. Araç dediğim, bir Yol inşaatı kepçesi, kepçenin içine iki adam ve bir bidon bindirilmiş dalmış maslak trafiğine, püfür püfür..
Ertesi gün öğrendim ki sayın Belediye Başkanımız ogünkü trafik için "tatilciler"i suçlamış. Aslında doğruydu. Ben bir tatilci olarak maslak trafiğini tıkamıştım. Suçluydum. Ancak fotografını çektiğim bu araç bir tatilcimiydi, yoksa trafiğe takıldığından bir an önce trafiği tıkayan inşaata yetişemediğinden inşaatı geciktiren, dolayısıyla trafiği bu hale getiren bir araçmıydı bilmiyorum. Ama bence bunlar da tatilci canım. Aynı benim gibi. Tatilci olmasalar, yani tatil yapmasalar, bu inşaat çoktaaan biterdi. Bence de başkanımız haklı, trafiğin sıkışmasının sorumlusu tatil yapan yol inşaatçıları, kendi üstüme alınmıyorum.

23 Ağustos 2007 Perşembe

KÜTÜPHANE

Kütüphane Arapça Kutub kelimesiyle Farsça hane kelimelerinden oluşmuş. Kitap okunan, araştırma yapılan yer yani. Ülkem ne duruma geldi görüyormusunuz. Herhangi bir konuda araştırma yapmak, bazı kaynaklara ulaşıp notlar almak için kütüphaneye gideceksiniz. Gidiyorsunuz, kapıda "ÇANTAYLA GİRMEK YASAKTIR" yazacak..Yanınızda çanta yoksa, araştıracağınız konunun önceki notları, başka kaynakçalar vs. nasıl taşınacak? Olmaaaz, burası Türkiye, çantayla giremezsin. Niye, çünkü kitapları çalabilirsin, zaten okuma oranının yerlerde paspas olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Düşünsenize yukarıdaki kütüphane gibi bir kütüphane, masalar, sandalyeler var, ışıklar yanıyor, bir görevliye bizim vergilerimizden maaş veriliyor. Ama ıssız salonda tek bir okuyucu yok zaten. Kitaplar gözlerini kapıya dikmiş kendilerine ilgi gösterecek birini dörtgözle bekliyorlar. Gele gele benim gibi eli çantalı biri geliyor ve içeri giremiyor! Çünkü eğer kitap okuma gibi bir niyetin varsa POTANSİYEL HIRSIZSIN demektir. Aman bu herife dikkat edelim.

Ne olabilirdi ki başka yani, camiye gittiğimizde ikide bir gözlerimiz kapıda duran ayakkabılarımızdaysa, kütüphaneci ne yapsın. Kaybolan kitap maaşından mı kesilsin.

Barış Manço'nun şarkısındaki Kol düğmeleri gibi kitaplar ve ben birbirimize kavuşamadık.

Keşke babam bana okuma alışkanlığı vermeseydi, ne güzel olurdu. Göz bildiği kadarını görür derler, daha az şey görür, daha az mutsuz olurdum. Hatta yukarıdaki üzücü kare bile gözüme takılmaz, deklanşöre basmazdım..Rüzgarda salınan bir ot gibi mutlu-mesut yaşar giderdim. Ah babam ah...